Özgürlükler şehri Amsterdam

Tarihi dokusu, kanalları, bisikletleri ve pek çok şeye izin veren ‘özgürlük’ anlayışıyla Avrupa’da öne çıkan bir kanal şehri, Amsterdam. Tarih ziyafeti yanında laleleri, yel değirmenleri, müzeleri, coffee shop ve eğlence hayatıyla her kesimden insanı kendine çekiyor. ‘Sarı Laleler’ şarkısına ilham veren meşhur Çiçek Pazarı’nı da mutlaka görmek gerekiyor.

Hanife Baş

Sararmış yapraklar etrafta uçuşurken, günün erken saatinde    kararan hava karamsarlığımı artırıyor. Birbiri ardına  sıralanan kanallarda tek tük dolaşan insanlar ısıran soğukla  hafifçe paltolarına daha sıkı sarılıyor. 17’inci yüzyıldan kalan  yapılar arasında karanlık hava
ve bastıran soğuk. İlerde beliren yel değirmeninin gizemli  görüntüsü ise sisler arasında büyüleyici. Tarihi bir filmin en  güzel sahnesinde hissediyorum. Lale ülkesi  Hollanda’nın başkenti Amsterdam’ı ilk ziyaretim sonbahara  denk geliyor.

Yıllardır merak ettiğim şehri nihayet ziyaret etme şansı bulmanın sevinciyle her ayrıntısını görmek için sabırsızlanıyorum. Soğuk ve karanlık havayı umursamıyorum bile. İç içe geçmiş kanallar ve bu kanalların iki yakasındaki tarihi binalar. Kanal şehri olma unvanını hak ediyor kesinlikle. Zaten kanal sayısında bütün şehirleri geride bırakıyormuş. O anda kanallardaki gezi tekneleriyle şehri turlamanın cazibesine kapılıyorum. Bunun için bir sonraki güne kadar beklemem gerekecek.

Özgürlükler şehri Amsterdam, renkli ve bir o kadar da sıra dışı. Şehir merkezinin kalabalığı ve bir makinenin dişlileri gibi ‘vızır vızır’ gidip gelen bisikletlileri görünce hafif şaşırıyorum. Amsterdam tam bir bisiklet şehri. Bisikletler her yerdeler ve şehrin ayrılmaz bir parçası gibi her görüntüyü de tamamlıyorlar. Bir yerden karşıya geçmek için tramvay, bisiklet, otomobil ve otobüsler olmak üzere pek çok vasıtaya dikkat etmek gerekiyor. Ama alışmam zor olmuyor. Programa uygun olarak gruba katılıyorum. İlk durağımız Dam Meydanı. Şehrin kalbinin attığı turistlerin cazibe merkezi.

Günün her saati hareketli. Dünyanın her yerinden insanı burada görmeniz mümkün. Yüzümde gülümsemeyle bu kültür zenginliğini ve kalabalığı seyre dalıyorum. Gözüm harçlıklarını çıkarma amacıyla hünerlerini sergileyen sokak sanatçılarına ilişiyor. Rehber, meydanın batı ucundaki neoklasik yapıyı gösteriyor. İhtişamıyla ilgi çeken bina Amsterdam Kraliyet Sarayı. Binanın, 1655-1808 yılları arasında kraliyet mülkü olana kadar belediye binası olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Beyaz taştan yapılmış ulusal anıt ve kilise de görmeye değer. Nieuwe Kerk kilisesi farklı sergilere de ev sahipliği yapıyor. Ünlü insanların balmumu heykellerinin bulunduğunu Madame Tussaud’s müzesi de bu meydanda. Müzeyi de gezmeyi ihmal etmiyoruz.

ÜNLÜ RESİM MÜZESİ

Zaten Amsterdam bir müzeler şehri aynı zamanda. Van Gogh Müzesi, Anne Frank Müzesi, Devlet Müzesi Rijksmuseum, Modern Sanat Müzesi Stedelijk Museum CS, Rembrandt Evi ve daha nicesi. Gezmek için grubun en çok istediği ünlü ressam Van Gogh’un eserlerinin bulunduğu müzeyi tercih ediyoruz. Rijks ve Van Gogh Müzesi’ne girmek için uzun kuyruklar beklemek gerekiyor ancak rehberin maharetiyle biletlerimiz önceden alınıyor. Van Gogh Müzesi, Amsterdam Museum Quarter denilen mevkide Rijksmuseum ve Stedelijk Müzesi arasında yer alıyor. Bütün müzelerin önündeki kuyrukları görünce rehbere bir kez daha müteşekkir kalıyoruz. Vincent Van Gogh’un eserlerinden oluşan dünyadaki en geniş koleksiyon bu müzede. 200’den fazla resim, 500 çizim ve taslak var. Ünlü ressamın farklı dönemlerindeki eserleriyle bir resim ziyafeti yaşıyoruz adeta.

Saatler süren müze gezintisinin ardından iyice kararan ve soğuyan havada sıra yorgunluk atmaya geliyor. Meşhur coffeshop’lardan birine atıyoruz kendimizi. Ülkede kapılarında yeşil beyaz ‘coffee shop’ yazan dükkanlar bir hayli meşhur. Normal kafelerde olan içecekler dışında hafif uyuşturucuların, hint keneviri gibi otların bulunduğu mekanlar buralar. Hepsi de yasal. Ben de en hafif mantarlı kahveden deniyorum. Bana göre olmadığına karar veriyorum kahveyi bitiremiyorum bile.

Ama şehre bu amaçla gelen çok turist var. İçinde uyuşturucu özelliği olan otların olduğu sarma sigaralar, çaylar, kekler, şekerler gibi çok çeşit bulmak mümkün. Coffee Shop’lar şehrin her tarafında var. Şehrin eğlence merkezi ve en işlek caddelerden biri olan Leidseplein’de akşam yemeği yemeyi seçiyoruz. Eğlence hayatının da kalbi burada atıyor. Kafeler, tiyatrolar, gece kulüpleriyle dolu. Ot olayını bu caddede biraz aşırıya kaçırdıklarını düşünüyorum. Her yerin kokması rahatsız ediyor. Ama insanlar halinden memnun ve eğlencenin keyfinde. Geç yenilen akşam yemeğiyle günün yorgunluğunu atmak için otele doğru yöneliyoruz.

ŞEHRE KANALDAN BAKIŞ

Ertesi günün programı ise kahvaltını ardından tekne turuyla başlıyor. Şehri bir de kanallardan görmek harika oluyor. Geçit törenine katılmış kumandan misali kanal boyunca her iki taraftaki tarihi evler tarafından karşılanıyoruz. Hafif üşüten rüzgar dışında keyfimize diyecek yok. Fotoğraf makineleriyle o anları ölümsüzleştiriyoruz. Şehirdeki yer darlığı nedeniyle kanallarda kurulan yüzen evler de görülmeye değer ilginçlikte. Bu arada şehrin tarihini az da olsa öğrenme şansı buluyoruz:

“12. yüzyılda Amstel ırmağının kıyısında bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. 750 bin nüfusa sahip. Farklı özgürlüklere izin vermesi nedeniyle tam bir hoşgörü şehri. Şehir tamamen düzlüklerden oluşuyor.” Öğleden sonra II Dünya Savaşı’nda nazilerden kaçan Anne Frank’ın saklandığı ve müze haline getirilen evi ve diğer ünlü Flaman ressam Rembrandt’ın evini de görme şansı buluyoruz. Yel değirmenlerinin önünde fotoğraf çektirmeyi de unutmuyoruz.

Akşamüzeri ise yemeğin ardından rotamızı meşhur Red Light District’e (Kırmızı Fener Caddesi) çeviriyoruz. Çok bize hitap etmese de Amsterdam’a gelmişken burayı görmeden gitmek olmaz. Dam Meydanı’ndan on dakikalık bir yürüyüşle ulaşılıyor. Bir meydan ve onu kesen sokaklar. Genelevden daha çok turistik ziyaret mekanı haline gelmiş.

Çocuğuyla, eşiyle, sevgilisiyle bu bölgede dolaşanları görünce biraz rahatlıyorum. Camekanlı mekanlarda kadınların kendilerini yarı çıplak şekilde pazarlamaları erkeklerin hoşuna gitse de kadın olarak beni rahatsız ediyor. ‘Bu durumu kadın ve insan haklarına ters’ olarak değerlendiriyorum. Ama bütün bunlar Hollanda’da maalesef yasal. Bu sektör de ülkeye ciddi gelir katkısı sağlıyor. İlerleyen saatle beraber otele dönerek valiz hazırlama telaşına düşüyoruz. İki günde Amsterdam’ı keşfetmenin mutluluğuyla sabahki uçak için uykuya dalıyorum.

Çiçek pazarında sarı laleler

Hollanda’nın başkenti Amsterdam’ın önemli bir özelliği de lale ülkesi olması. Mazhar Alanson’un ‘Sarı Laleler’ şarkısını bilmeyen yoktur. Alanson’a bu şarkı için ilham veren Bloenmarkt’ı (Çiçek Pazarı) görmek gerekiyor. Yüzlerce çeşit ve renkte çiçek ve çiçek tohumu arasında nereye bakacağımı şaşırıyorum. Dönemi olmasa da ülkenin en önemli simgelerinden olan lalenin soğanından bir paket almayı ihmal etmiyorum.

Soğanı Osmanlı’dan götürülmüş olsa da Hollanda lale soğanı yetiştiriciliğinde bir hayli ilerde. Zaten en büyük çiçek ihracatçıları arasında. Bloenmarkt şehre gidenlerin mutlaka görmesi gereken mekanlardan. Hediyelik lale soğanlarının yanı sıra şehri temsil eden tahta takunya ve lezzetli peynirlerden de almayı ihmal etmemek gerekiyor.

HOLLANDA

Başkenti: Amsterdam

Nüfusu: 16.5 milyon

Yüzölçümü: 41.526 km2

Konuşulan Dil: Flamanca

Bunlar da ilgini çekebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir