YÜZ OKUYUCUSU

Hanife Baş

Yüzlerce insanın geçişinin kaldırdığı tozla iyice boğucu hale gelen hava hafifçe yüzünü karartıyor.  Canhıraş bir kalabalık ve tozun dumanın içinde kaybolan yüzler. Terden, yorgunluktan, havasızlıktan bir ileri, bir geri gidip gelen kafalar. Gülümseyerek bakıyor kalabalığa. Her zamanki noktasına gidiyor. Acele ve itiş kakışın kenarında her zaman oturduğu bankın boşalmasını bekliyor. Tıknaz, uzunca boylu, kara kaşlı, kara saçlı orta yaşlı adamın yerinden gitmesi için bir süre yanı başında dikiliyor. Yüz ifadesinden kalkmak üzere olduğunu hemen anlıyor.

Zaten acelesi olduğu belli. Sürekli cep telefonuyla konuşuyor. Kalktı kalkacak derken yüz hatları değişiyor ve tam tahmin ettiği gibi hemen kalkıp hızla oradan uzaklaşıyor. Evet, Melis için günün en keyifli saatleri başlıyor. Hayatta en zevk aldığı şeyi yapıyor yine. İnsan kalabalığını keyifle izliyor ve her geçen gün yenileri eklenen yüzleri tahlil ediyor. İnsanları izlemek ve her gördüğü yüzdeki kişiliği ve hayatları tahmin etmek onun en çok sevdiği şey. Gözler, yüzler, mimikler ve vücut dili. Bu konuda hiç eğitim almamıştı ama onun doğuştan gelen bir yeteneği vardı. Bunu çevresinde pek kimseye de söylememişti. Sadece annesi bazı insanları nasıl bu kadar iyi tanıyabildiğine hayret ederdi, o kadar. O insanların karakterlerini yüzlerine bakarak çözerdi. Bu yeteneğe sahip olması, iyi miydi, kötü müydü? Hala anlamamıştı ama ona yaşamında bir getirisi olmasa da bundan hoşlandığı kesindi.

Aynı elbisenin farklı bedenini giymiş gibi aynı karakterli yüzler. Sanki bir fırça onları aynı boyayla boyamış. Apayrı dünyaları anımsatanlar, naif, ince, zarif, kaba, küstah, öfkeli, sakin, dingin, kurnaz, aklı havada, melankolik, kıskanç, kindar, sinsi, merhametli, düşünceli ve daha nicesi… Yüzler, hareketler, bakışlar bütün bu karakterleri anlatırken oturduğu yerden adeta insan kalabalığını dipten başa inceliyor. Bu zenginliği en sevdiği yemeğin kokusunu içine çeker gibi özümsüyor. Masada en sevdiği yemekler bulunan bir gurme misali, nereden başlayacağını bilemiyor.. Keşke imkanı olsa da hepsine teker teker bakabilse. Ama arada kaçanlar oluyor.

Çocukluğundan beri en sevdiği şey insanların yüzlerine bakarak onlar hakkında yorum yapmak ve tahminlerde bulunmaktı. Nasıl bir yaşamları ve karakterleri var?  Evet, istediği gibi biri tam da yanında duruyor. İnce hafif bir yapısı, lüle lüle uzun sarı saçları var. Otuz yaşın biraz üzerinde. Yüzüğünden evli olduğu belli ama gözleri sanki bir şeylerin yolunda gitmediğini ele veriyor. Bakışları hüzünlü. Hayal kırıklığının izleri var. Eğitimli ve kalburüstü bir aileden geldiği de belli.  Dalgın bakışlarını bir süre etrafta gezdirdikten sonra dudaklarını bükerek yoluna devam ediyor. Mahzun gözleri, ince kıvrımlı yüz şekli, kırılgan yapısını ve iyi kalbini de dışa vuruyor…

Başka birisi geçiyor. Bu hiç görmediği bir karakterde sanki. Karakterler birbirine benzese de aynı kıyafetin her insanda farklı duruşu gibi kişilerdeki izdüşümü nasıl da değişik. Bu seferki, uzun yüzlü, kurnaz bakışlı, devamlı çevreyi kolaçan eden tarzıyla güven vermeyenlerden. O da geçip gidiyor. Melis yeniden önüne bakıp düşüncelere dalıyor. Hemen hemen aynı diye düşündüğün insanlar aslında ayrıntılarda ne kadar da farklılar. Her türlü huydan hepsinde az çok var. İnatçı, nankör, iyilik, kötülük hepsinde bir yemeğin içeriği gibi bulunuyor. Hangi içerikten fazla konulduysa kişi de o karakterle daha fazla öne çıkıyor. Ama bir ya da birkaç özellik onun karakterine damgasını vuruyor.  Kurnaz adamın dalgınlığı yok mudur, dalgının kurnazlığı olduğu kadar. Okuduklarını hatırlıyor. Yedi yaşına kadar kişilik gelişimi tamamlanıyormuş oysa. Aile, eğitim, toplumsal, sosyal olaylar, çevre bu karaktere tuz biber ekmiyor mu ya da belki de kimilerinde şeker ekiyordur…

Melis, düşüncelerinden bir an sıyrılarak bakışlarını yeniden çevrede gezdirmeye başlıyor. Yine değişik tipler, yüzler ve farklı yaşamlar.  Bütün insanlar aynı tipte ya da aynı karakterde olsa nasıl olurdu hayat? Hoşuna gitmeyen bir meyveyi yemiş gibi yüzünü buruşturarak düşüncesine devam ediyor. “Her gün aynı yüzlere aynı insanlara bakmak. Yok yok çok sıkıcı olurdu. Ama keşke bu kadar da karmaşık olmasalardı. Ya da kötüler hiç olmasaydı. Daha güzel olurdu” diye düşündü. “O zaman da iyinin, iyilerin kıymeti bilinir miydi acaba?” diye klasik savunmaya sığınmadan edemedi.

Daha güzel bir dünya mümkün müydü acaba? Belki evet, belki hayır. İnsanlığın doğuşundan beri herkesin aklını kurcalayan sorulara bir de o yanıt bulmaya çalıştı. Yüzünün şekli ve kafasına giden eli onun da yanıtı bulamadığını ele veriyor. Herkes gibi bir anlığına dünyayı kurtarma çabası boşa çıkmıştı. Ama hemen o anda çok sevdiği dedesinin sözünü hatırladı. “Dünyayı değiştirmek istiyorsan önce kendinden başla. Kendin iyi örnek ol. Çevrendekiler sana uysa yeterli olur.”

Kendisi gibi dünyanın varoluşundan beri ve şimdi kaç kişi böyle düşünmüştür ve de düşünüyordur, kim bilir. İç çekerek yeniden gerçek dünyaya geri dönüyor. Bunaltıcı hava kendini iyice hissettirirken o yeni yüzleri ve yeni yaşamları çemberine alıyor. Evet, çok değişik daha önce hiç görmediği türden bir karakter yanı başında arkadaşıyla sohbet ederek sanki çok büyük parkın en güzel yerinde yürür gibi trafiğe ve kalabalığa aldırış bile etmiyor. Hafif toplu, yuvarlak ve güleç yüzlü. Her daim neşeli ve rahat görüntüsü özendirecek türden. Melis, onun rahat ve etrafına fazla aldırmayan türden birisi olduğunu hemen görüyor. Keşke kendisi de öyle olabilse. Takıntılarını, düşüncelerini, empatisini bir kenara bıraksa ve hayatı hep aldırmadan yaşasa.

Bu yeni kişilik onu tekrar düşüncelere geri döndürüyor. Başkalarında gördüklerini bir insan davranışı olarak önce kendinde arıyor. Kendinin nasıl bir karakteri vardı acaba? Dışarıdan bakana nasıl görünürdü? Uzunca bir duraksamadan sonra bu konuda hiçbir fikri olmadığını fark etti. Genelde içine kapanık, düşünceli ve hassas bir yapısı vardı. Ama kendisinin yaptığı gibi yüzünden bunu okuyanlar oluyor muydu? Başkaları düşüncelerini ve karakterini kestirebiliyor muydu? Onun kadar bu konuda maharetlisi bulunur muydu?..

“Keşke birisi de onun karakterini okumaya çalışsaydı ne söylerdi acaba?” Bu düşünceler içinde koştura koştura eve dönüyor. Terden ve sıcak havadan derbeder bir halde ilk iş aynada kendine bakıyor. Acaba yüzünde ne görecekti, gözleri ne anlatacaktı? Binlerce insan, binlerce farklı yüz gelse okurdu ama kendi yüzüyle ilgili bir fikri olmadığını üzülerek fark etti. Terzinin kendi söküğünü dikememesi, mumun kendi dibine ışık vermemesi gibi o da kendi yüzünü okuyamıyordu. Bunu neden daha önce düşünmemişti. Ama ne güzeldir ki kendini tanıyordu, kendi yüzünü okuyamasa da düşünceleri vardı. Ama neden aynada göremiyordu? Şaşırmıştı bunu ilk keşfedişiydi.

“Ben, ben anlayamıyorum” diye kekeledi. Aynanın dili olsa da masallardaki gibi onla konuşsaydı keşke. O anlatsaydı, o söyleseydi. Ama yoktu işte bilemiyordu bunu. Herkesi biliyordu, herkesin karakterini okuyordu ama kendininkine gelince çabası nafile. Bu keşfi, pek çok konuda insanın doğasını ortaya koyuyordu sanki. Başkalarını hep yargılarız, yorumlarda bulunuruz ama kendimize gelince durup kalırız. Kendimizle ilgili ne kadar objektifizdir ya da başkalarında kusur bulurken kendi kusurlarımızı neden göz ardı ederiz? İşte insanoğlu böyleydi ve kendisinin de bir farkı yoktu. Aynada kendini tanıyamıyordu bile. Belki de tanımaması daha iyiydi…..

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir