Tarih, sanat ve eğlence şehri

Madrid… Rengarenk, canlı ve her daim hareketli. Tam bir renk cümbüşü içinde. Tabii ki en baskını da kırmızı. Yürüyerek gezmeye uygun bir şehir. Gizemli ve dar sokakları hep bir meydana çıkıyor. Ziyaretçilerine zengin tarih mirası ve sanat eserleriyle bir görsel şölen vaat ediyor. Don Kişot, Sanço Panza, Picasso, Goya’yla ilgili pek çok eser bulmak mümkün Madrid’de. Paella, tapas, muhteşem deniz ürünleri ve İspanyol içkileri… Madrid ziyafetine buyurun.

Zengin tarihi miras, canlı bir kültür ve her yerde sanat… Madrid’in ziyaretçilerini cezbedecek unsurlarından sadece birkaçı. Bunlara, eğlence, alışveriş ve enfes İspanyol mutfağını kattığınızda bu şehirden mutlu dönmemeniz imkansız. Sıcak İspanya’nın başkenti, insan kalabalığı, kültürü ve eğlence anlayışıyla bir anda kendine çekiveriyor sizi. Hepsi bir meydana açılan sokaklarının cazibesine ve gizemine kapılıyorum. Şehir tam bir renk cümbüşü içinde.

En baskını ise tabii ki kırmızı. Binlerce yıllık tarihi bulunan şehirde Mağriplilerin ve Romalıların da esintilerini mimaride hissetmek mümkün. İlk durağım Madridlilerin buluşma noktası oluyor. Puerta del Sol meydanında, insan kalabalığına karışıyorum. Meydandaki heykeller karşılıyor beni. Şehrin simgesi olan ayı ve kocayemiş ağacı heykeli meydanı süslüyor. Sokak çalgıcılarının arka fonda yankılanan müziği keyfimi yerine getiriyor. Saat kulesinin altındaki kaldırımlarda, o noktadan ülkenin her yerine olan mesafelerin gösterildiği metal plaketi inceliyorum. Meydanın ortasında 0 kilometreyi (orijin) gösteren tabelaya ayak basıp fotoğraf çeken turistleri görünce ben de aynısını yapıyorum. Turist ritüelini bozmayarak hemen yandaki şehrin en ünlü pastanesi La Mallorquina’ya yollanıyorum. Kruvasan eşliğinde kahvemi yudumluyorum. Zaten Madrid’de pastaneler çok yaygın.

DON KİŞOT VE SANÇO PANZA HEYKELİ

Madrid’in yürüyerek gezmeye uygun bir şehir olması yediğim güzel İspanyol yemeklerini eritmek için fırsat veriyor. Hedefim Plaza Espana yani İspanyol Meydanı’na ulaşmak. Her meydanı süsleyen heykeller burada da var. En sevdiğim kitaplardan birinin kahramanlarının heykellerini görmek gülümsememe neden oluyor. Ünlü İspanyol klasiği Mançalı şövalye Don Kişot ve şaşkın seyisi Sanço Panza karşımda duruyor. Kitabın yazarı Cervantes’in heykeli de ihmal edilmemiş. Üçüyle bir arada fotoğraf çektirerek o anı ölümsüzleştiriyorum.

Don Kişot’taki hikayeleri hatırlayarak bir kez daha neşeleniyorum. Heykellerin yanındaki kaidelerde bir süre oturarak anın tadını sonuna kadar çıkarıyorum. Don Kişot bugün yaşasa nasıl olurdu diye fantastik hayaller kurmadan edemiyorum. Yine yola düşüyorum. Şehrin simgelerinden biri olan Fuente de Cibeles’i yani tarihi çeşmeyi de görmek lazım. Yine bir meydan ve yine güzel bir heykel. Tanrıça Kibele’ye adanmış. Calle de Alcala ve Paseo de Recoletos kesişiminde yer alıyor. Kral üçüncü Carlos tarafından yaptırılmış. Madrid’deki bir sonraki durağımı belirlemeye çalışırken yanımdaki kitaptan da şehrin tarihini okumayı ihmal etmiyorum.

İber Yarımadası’nın orta kesiminde. 3 milyonluk nüfusuyla Avrupa’nın en kalabalık beşinci şehri. Coğrafi olarak yüksek konumu nedeniyle Avrupa’nın en yüksek başkentlerinden biri sayılıyor. Ani sıcaklık değişimlerinin görüldüğü şehirde sıcaklık yazın 38 dereceyi buluyor. Turizm şehrinin ekonomisi ağırlıklı idari hizmetler, bankacılık ve sigortacılığa dayanıyor. Bölgenin ulaşım ağının da merkezinde yer alıyor. Gezi kitabımda şehrin kuruluş hikayesi ise şöyle anlatılıyor: “Şehir, Manzanares Irmağı’na bakan kayalık bir çıkıntı üzerinde kurulu Alhazar’ın çevresinde gelişti. 1561’de Kral Hıristiyan II. Felipe İspanya’nın merkezinde olduğu için şehri başkent yapmayı uygun buldu. 1759-1788 arasındaki III. Carlos döneminde geniş cadde ve meydanların açılmasıyla planlı bir gelişme başladı. İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ağır bombardımanlara maruz kalan Madrid büyük bir yıkıma uğradı. 1960’lardaki değişimlerde tarihi mirasa ağır darbeler indirilmekle beraber sonraki yıllarda tarihi yapıları koruma tedbirleri alındı.”

KRALİYET SARAYI’NDA GÖRSEL ŞÖLEN

Şu anda eski ve yeni Madrid’i birbirine bağlayan muhteşem yapıların süslediği Calle Mayor’dan devam edip, hızlıca Plaza Mayor’a geçiyorum. Mayor Meydanı, binalarla çevrili açıkhava gösteri salonu gibi. Bir günde meydanlara ve meydanların sunduğu güzel atmosfere doyuyorum. Kısa bir ara vererek güzel kafelerden birine ilişiveriyorum. Meşhur İspanyol mezesi tapas var hedefimde. Ekmek üzerine küçük paylaşmalık mezelerin tadı güzel İspanyol birasıyla çıkıyor. Madrid’e gelinir de ünlü Kraliyet Sarayı görülmeden gidilmez diye düşünerek, rotamı bu kez o tarafa çeviriyorum. El Palacio Real olarak da biliniyor. İspanya tarihinin aynası adeta. Kitaplar, el yazmaları, tarihi mobilyalar, objeler hepsi hayranlık uyandırıcı nitelikte. Kraliyet bahçeleri yeşilliğe doymamı sağlıyor.

Binlerce metrekarelik alanda kendimi küçülmüş hissediyorum. Saraya ait Campo del Moro yani Arap Bahçesi’nde 150 yıllık ve 70’den fazla ağaç türü olduğunu öğreniyorum. Sarayın kuzeydeki iki kapısı ise halka kapalı. Bu kapıların ardından masalları andıran uzun bir bahçe ve yol varmış. Tavuskuşu, sülün, kumru gibi kuşların da ev sahibi. Güneşi bahçede batırırken yorgunluğun üzerime iyice çöktüğünü hissediyorum. Sarayın önünden devam edince hemen solda Almudena Katedrali’ni de hızlıca inceliyorum. Neogotik tarzdaki ihtişamlı kilise, şehrin kurucusuna adanmış. Otele geri dönmek için ise taksiyi tercih ediyorum.

BİNLERCE RESİM VE HEYKEL

Madrid’deki ikinci günümü sanata ayırmayı seçiyorum. Madrid müzesi bol bir şehir. Prado Ulusal Müzesi, Boğa Güreşi Müzesi, Askeri Müze ve daha nicesi…. Tabii ki ilk olarak Museo del Prado Müzesi’ni gezmek istiyorum. İspanyol Kraliyet koleksiyonuna dayalı dünyanın en güzel Avrupa sanat koleksiyonları bu müzede. Binlerce resim, heykel, çizim, baskı arasında kendimi kaybediyorum. İspanyol ve Hollandalı ressamların yapıtlarını büyük hazla inceliyorum. Ressam Francisco Goya’nın birbirinden güzel çizimleri hayranlık uyandırıcı. Üç dört saatimi ayırıyorum ama tamamını dolaşmak sanırım bir gün alır. Mutlaka görmeden gelme diye uyarısı aldığım ünlü ressam Picasso’nun eserlerinin sergilendiği Reina Sofia Müzesi ikinci durağım oluyor.

Kübizm akımının ünlü temsilcisinin tabloları karşısında düşüncelere dalıyorum. En ünlü eseri Guernica’yı görebilmek için bir hayli bekliyorum. İspanya İç Savaşı sırasında 28 bombardıman uçağının Guernica şehrini bombalamasını anlatıyor. Ezber bozan çizimlerin anlamlarının derinliklerinde kayboluyorum. Farklı boyuttaki şekiller, renkler ve boyalara dalıp gidiyorum. Bir resim ve tablo şöleninin ardından dışarıya adım atarken kendimi sanaldan gerçek hayata geçmiş gibi hissediyorum. Güneşin ısıtan ışınlarını uzaklaştırdığının ve havanın da karardığının o an ayırdına varıyorum. Madrid’deki son gecem. Akşam biraz eğlence hayatını da yaşayıp ertesi gün için valiz hazırlama derdine düşüyorum. Madrid’den götüreceğim en güzel şey ise güzel anılar oluyor.

Paella ve deniz ürünleri

İspanya mutfağı Akdeniz’den esintiler taşıyor. Pek çok açıdan Türk mutfağına da benziyor. İspanyol yemeklerinden en meşhuru paella; safranlı pilav veya deniz mahsülleri, tavuk, sebze ve etle yapılıyor. Tortilla ise genellikle patates ve yumurta ile yapılan bir omlet. Tapas ise sıcak ve soğuk mezelere verilen ad. Her adım başı tapas restoranlarına rastlamak mümkün.

İspanya deniz ürünü sevenler için adeta bir cennet. Karidesten, midyeye, ıstakoza kadar aklınıza gelen her tür deniz ürününün bulunduğu deniz mahsulü tabağını her yerde bulabilirsiniz. Restoran ve kafelerin sıklığından İspanyolların yemeğe çok düşkün olduğu da anlaşılıyor. İki kez kahvaltı eden İspanyollar, akşam yemeğini ise 23:00 gibi geç bir saatte yiyorlar. İçkilerinden ise meyveli şarap kokyteli sansgria, ünlü kırmızı şarabı Rioja ve İspanyol şampanyası cava denemeden dönülmemeli. Bizim muhallebiye benzeyen Flan ise en ünlü tatlısı.

 Siesta yapıyorlar

* Madrid dahil olmak üzere İspanyolların çoğu öğlen uykusuna yani siestaya yatıyor. Madrid ve Barcelona gibi büyükşehirler de artık çok yaygın değil. Ama öğlen saatinde gidip bir yeri  açık bulamadıysanız siesta arası verdiğini bilmeniz gerekiyor. Siestaya uyan ve uymayan mağazalar bulunuyor.

* Madrid, futbolla da isim yapmış bir şehir. Real Madrid ve Atletico Madrid olmak üzere iki futbol takımı var. Türk futbolcular da bu takımlarda oynuyor. Real Madrid yıllardır Katalan takımı Barcelona ile çekişir.

* Flamenko en bilinen İspanyol dansı. Zor şartlarda çalıştırılan Çingenelerin acı ve mutsuzluğunu göstermek için başlamış. Daha sonra bütün ülkeye yayılmış.

* Boğa güreşleri bazı şehirlerde yasaklansa da Madrid’de devam ediyor. On beşinci yüzyılda ulusal bir spor haline gelen boğa güreşleri hala İspanyol halkı ve bütün dünyadan ilgi görüyor.

 

 

 

 

 

 

 

Bunlar da ilgini çekebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir